23 Mart 2012

Bir Adamla Köy Evinde Sarabande...


Yazdıklarımı örtemeyeceksin! Bu yazıda Zagalamak yok. Burası benim çöplüğüm. Ben istediğim noktadan sonrasını getirmem ama sen istediğin noktadan sonra kapatabilirsin sayfayı. Sana her şeyden bahsetmeyeceğim ama aslında her şeyi anlayacaksın! Parayı, iktidarı, gücü ve aşkı... Her şeyi anlayacaksın!
Tuhaf bir kadın tuhaf bir adama aşık olmaz. Tuhaf bir adamda tuhaf bir kadına! Büyümediğini ve hiç büyümeyeceğini biliyorum! Seni tüm çocukluğunla tüm artçılarınla kabulleniyorum! Şu anda Fedakar kadın modeliyim ben!
Sana hükmüm geçmez! Ya noktada ya virgülde ya da ve bence ünlemde kesişti seninle benim cümlelerimiz. Ve ben kaderci kadın modeliyim!
Senin ilk kelimende başlıyor işkence. Sonuna kadar gidiyorsun. Durmak nedir bilmiyorsun. Sana adam mı demiştim ben! Az mı demişim! Azaltmışım anlamını affet beni. Sen hangi kitaba yazılsan sen kadar sayfa lazım baskıya. Kaç kere “seni” çizsem bir yere o kadar da boya… Abartan kadın modeliyim şimdi de!
Bir kadeh bir şey olmalı seni izlerken gözlerim. Bir satır bir şey kalmalı geceden geriye seni gizlerken “gözlerin”. Çok mu gülüyorum söylediklerine? Hayır! Bazen o kadar çekilmez ve o kadar işe yaramaz sözler ediyorsun ki insanın alıp başucuna koyası geliyor! Bu kadar anlamlı bir dünyada (!) bu o kadar anlamsız seviyorum ki beyninin içindekilerin dilinden çıkışlarını… Söylediklerini dudak bükerek izliyorum! Peki ama neden? Neden hep aynı günde aynı noktada aynı kadeh farklı alkol tadıyla sana bakıyorum! Ateşi düşürülmeyi bekleyen bir çocuk musun ki başındayım tüm gece? Ayağa kalkamayan bir yatalak mısın ki yanındayım? Zehirli bir adamdan başka bir şey değilsin aslında! Hakaret mi bu? Sen öyle say! Ve şimdi de alttan alan kadın modeliyim !
Tüm bu kadın rollerini reddetmek gerek oysa. Okullarda zorla beynimize tıkılan o saçma sapan integral soruları gibi her şeyi, tüm kadınsı ya da erkeksi rollerini reddetmeli insan! Hadi seninle de dertleşelim. Hoşgöreceksin beni. Bu aralar herkesin yarasına bant olmak gibi bir görevle kutsandığımı sanıyorum. Doktoruma sordum “nedir bu halim?” diye. Ne desin adam, hayranla hoyrat arasında gidip geliyorsun sen dedi. Bir halt anladıysam ne olayım! Yani anladım ki sonradan biraz hayata hayran biraz hayatıma hoyratmışım bu aralar. Hoş gör işte. Ama bak anlatabilirsin. Bir adamın en çok hangi yatakta sevişmekten hoşlandığını mesela. Kaç kadın sesinin sana hoyratlığı hatırlattığını ya da kaç kadının ve hatta kaç erkeğin sana hayran kaldığını anlatabilirsin. Unutma ben tüm kadın rollerine sahip ama tüm o rolleri senin sınırlarında reddetmiş bir kadınım! Dinle! Duvarına astığın resme bir bak önce! Ben görmüyorum, sen biliyorsun neye baktığını ama düşün. Ne kadarı yansıtıyor seni! İnsan duvarına astığı her resimde kendine bakıyor gibi hissetmeli aslında. Bunu hiç böyle düşünmediğini biliyorum. Çünkü herkesin senin aynan olmaya karar verdiği ve kendilerine has tüm modelleri reddettikleri bir dünyada aynaya bakacak halin kalmadığını biliyorum!
Sana planlanan cinayet senaryoları bile hep yarım kalmaya mecbur aslında. Çünkü sende iz bırakmak zor! Sende ses duyurmak zor! Sende aşkı tutundurmak da zor! Okan Bayülgen olmanla alakalı değil bu! Sadece sana yüklenen sıfatların mitolojideki tanrılara yüklenenlerden hiçbir farkının olmaması sorun! Oysa hata! O mitolojilerin hepsi bir palavra! Bir gün hiç kahkaha atmadan izlemeyi denedim seni. Başardım da! Ama küçük bir hazırlık yapmıştım kendime. Dedim ki o sadece Okan. He is simply Okan! Dedim ki: Kravatını çıkar onun, gitarını bir kenara koy, üzerindeki tüm siyah takımları al ve kaldır ve hatta dolabındakileri de yak gitsin! Işıkları kapat, müziği sustur, makyajını sil, sahneyi boşalt, ayakkabılarını da koy bir kenara. Şimdi geride kalana bak! Ya çok şey “var” olacak geride ya da  “yok” olacak herşey. Seçim benim, seni her zamanki gibi de izleyebilirdim. Ama hayal gücüme ihanet etmedim.
Artık ekran benim! Sen de! Sende ki gerçek de!
Hem neden saklanalım! Yaşımız saklambaç oynayamayacak kadar büyük değil belki ama boyumuz kendimizi saklayamayacağımız kadar uzadı artık! Hem neden yakalanalım! Çocukken ağlamanın bir ifade olduğunu söyleyenler büyüdüğümüzde bizi ağlatanlar oluyorlar nedense. Hem neden ağlayalım! Aynı şeker kaplarını saklamadık mı seninle? Sende seviyorsun “Çokomel” jelatinlerini tırnak ucunla düzleştirip kitaplarının arasında saklamayı, sen de seviyorsun kahveyi höpürdeterek içmeyi. Biliyorum ki sende en az benim kadar saçlarının okşanmasından haz duyuyorsun. Belki ben senden daha şanslıyım, bir kamera önüm yok. Bir telefon bağlantım yok! Yanımda gezeni kadın olsun erkek olsun bir kalıba sokup başka hayatlara sunan yok! Ama biliyorum ki sen de hala çizgi filmleri izleyerek gülümsemeyi biliyorsun! Hem neden değişelim! Aynı acılar tarafından acıtılmıyor muyuz? İkimizin de vicdanı sokaktaki bir kedinin kuyruğundaki tenekeyi çözebilecek kadar güçlü değil mi? Tamam vicdansız olmaya çalışsak da bu hayata karşı direnişimizin bir rolü değil mi? Ama kimse görmeden, annemizden dayak yememek için gizli gizli kim bilir kaç kere gecenin ortasında kendi sütümüzden çalıp da bir hayvan besledik bahçemizde! Hem neden direnelim! Sen böyle bir “adam” olduğun için hayata silahla tüfekle mi saldırıyorsun. Sarhoş olma hakkını kendine çok mu görüyorsun? Seni kabullenmedim işte.  Oh be! Hep aynı ekran, hep aynı koltuk, hep aynı adam! Kendimi tekrarlamaktan sıkılmıştım oysa şimdi sen varsın! Ekran aynı, koltuk aynı ama sen farklısın!
Ne güzel bir dağ evinde olsak! Sen domates yetiştiren bir adam ben çay toplayan bir kadın! Gülme bak! Klasik bir hayaldir bu ama neden hep hayal edilir düşündün mü? Hayatın gerçeğe en yakın olduğu andır çünkü. Ya da şimdiye bakarsak kurulabilecek en imkansız hayaldir. Ama ben kurdum işte. Balkonunda domates yetiştirmeye kalkan biri için sence de fazla etkileyici bir hayal değil mi bu? Evet evet sen de domates yetiştirmelisin. Kırmızı yakışmalı mesela ellerine. Ruj lekesi kalmalı şehir oğlanlarının yakalarında, sen beni kırmızıya boyamalısın. Bunu senden başkası yapamaz biliyorum! Biraz çay demlemeliyim sana ve sen bana Kafka’yı oynamalısın ve uyumam için Heinrich Böll okumalısın. Hayır! Sevmediğin bir şey söylediğimde telefonu da kapatamazsın. Biz dağdayız unuttun mu? Köy evindeyiz. Tüm hatlar kesik!!! Dayanmalısın!
Arkadaş olmalıyız! Ben seni böyleyken merak ediyorum işte.
Arkadaşımken, sevgilimken ya da düşmanımken değil!
Öyle bir dağ evinde mesela! Ya da suyu akmayan bir köyde bir harabede. Nasıl ayakta durduğunu görmek istiyorum! Nasıl doyduğunu! Nasıl üşüdüğünü, ellerinin soğukluğunu! Yalnızlığınla nasıl başa çıktığını! 3 gün üst üste aynı gömleği giydiğini ve nasıl koktuğunu duymak istiyorum!
“Basit” bir arabada direksiyona hangi kuvvetle tutunduğunu mesela! Frene hangi yaşam sevinciyle ne kadar asıldığını, tanıdık birkaç ahbap mahallesinden geçip geçmeyeceğini, geçtiğinde hissedeceğini, yön değiştirdiğinde kendinde kaybedeceğini görmek istiyorum! Çok mu acımasızım sence! Fazla mı geliyorum üzerine! Ama “sözlerin vicdanı yoktur” bilmelisin!
Benimle aynı geçim sıkıntısını hesaplayışını, ektiğin domateslerle yaşayabileceğini görmeyi istiyorum. Aynı sokaklarda yürümüyor muyuz seninle şimdide? O zaman da aynı sokaklarda koşalım istiyorum!
Sana duvarındaki tabloda kendini görmeni söyledim! Etrafındaki kırık aynalarla kalbini çizip canını yaktım, içinden geçmeyi öğrendin hepsinin! Saklambaç oynamak için boyunun farkına varmanı, sakladığın “Çokomel” kaplarını hatırlayıp kitaplarının arasından çıkarmanı ve en sevdiğin sayfada kalan çikolata kokusunu koklamayı hatırlattım! Seni “kendi” ekranımda, kendi kumandamda, kendi koltuğumda ağırladım! Umduğunu değil bulduğunu sundum!
Bak! Ne kadar güçlüyüm aslında! Kapında yatmadım, sana tapmadım, hayranın değilim. Hem neden tapayım! Seni aldım bir dağa kaçırdım! Arkadaş olduk! Sevgili olduk! Düşman olduk! Her sınavı benden yana geçtin! Her soruma senden yana cevap verdin. Sözlerin vicdansızlığına rağmen dinledin!
Dans etmeyi unuttuk! Hadi kalk! Dağın tepesinde, bir köy evinde “Sarabande” dansı yapalım! Ayağımızın altındaki tahtalar adımlarımıza göre hareket etsin. Acaba nasıl kavrıyor elin bir kadının belini, gözlerin ne kadar uzun süre bakabiliyor bir göze ve ne kadar uyumlu ayakların bir kadının topuksuz ayakkabılı hallerine!
Ve sonu bu işte! Şimdi herşey seninle! Ekranını al, kameranı al, giysilerini giy. Kravatını bağla! Gitarını çal!
Bir tek şey yap! Benim için değil. Domatesler için! Sarabande için!!!
Çocukken bir kez dinlediğim bir masalın peşinden kaç yıl koşmuşum ben farkında olmadan. Hansel ve Gratel’i bilir misin? İşte o masal. Bir kez dinlemiştim onu. Bir kez okumuştum kendi başıma. Lakin kimse anlatmamıştı da. Her şeyi nasıl kendim yaptıysam masalımı da kendim okumuştum kendime. O gün bugündür yaşadığım her acıya ekmek kırıntısı bırakmışım kendimi kahraman zannedip. Biliyor musun; sen o acılara dönmek istemedikçe bıraktığın kırıntıları toplayıp dahası var mı diye tepene üşüşen bir sürü karga oluyor. Hiçbir çocuk yaşasın istemiyorum bunu! Kimse içindeki çocuğu yitirmemeli!
Hiçbir kadın içinden çocuk aldırsın istemiyorum… Hiçbir adam da!
İçindekine sahip çık! Domates ekerken sende gördüğüm çocuğa, dans ederken sende hızlanan çocuğa, ekranın arkasında da önünde de aynı misketlerle oynayan çocuğa...
...Ve sana aşık değilim! Biraz hayran biraz hoyratım o kadar!”
Mutlu yıllar Okan Bayülgen…

2008/İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder