Nasıl bir migren ağrısıydı bilmiyorum. Uzun zamandır bu
kadar şiddetli bir ağrı ile uyanmamıştım. Yazıya böyle başlanır mı? Başlanır! Aykırı
günümdeyim, başlarım. 4’te yatmışım, 7’de kafamın içindeki acılı ağrıya
uyanmışım. Uyusam bir ömür uyurdum ama beynim kökünden kopmuş ve kafatasımın
içinde sallanıyor gibiydi. Bir gece önce sudan başka bir şey içmemişim. Rakının,
şarabın yanından geçmemişim. Sebepsiz anlamsız bir migrendi.
Akşam Aykırı Sorular’ın Aykırı Adam’ının Aykırı Kumpanya’sı
vardı. Daha önceki gösterilerine gidememiştim ve bunu bu sefer kaçırmak
istemedim. Çantamda bulunan bütün migren ilaçlarını içip kendimi hazırladım.
Geçti mi, geçmedi! Normalde 3-4 saatte kesilmesi gereken ağrı zerre azalmadı.
Aykırı günün aykırı ağrısı…
Siz olsanız gider miydiniz? Boynunuzu kafatasınızdan
ayırıyorlarmışcasına bir ağrıyla… Gittim. İyi ki… Sinema, tiyatro, düğün
dernek, konser vs. neresi olursa olsun geç kalmaktan insanların üstünden
atlayarak yerimi almaktan, sahneye, ortama alışamadan, etrafı usul usul
incelemeden kan ter içinde bir şeylere başlamaktan hoşlanmadığım için erken gidip
salonu, sahneyi izledim kimseler yokken. Mesleki alışkanlıklarımdan olsa gerek
orkestranın yerleşimini, düzeni, gelen gideni inceledim uzun uzun… Dedim ya, hayatın içinde hiçbir şeye geç
kalmak istemediğimden! Ağrı mı? Işığın ettiğini, canımın çektiğini anlatamam.
Dalgaların köpürmesi misali, anlayamazsınız…
Çok yetenekli, çok güzel sesli bir kadınla açıldı sahne.
Annem babam üzülmesin ama müzikten doğduğumu düşünüyorum ben. Onun kızıyım yani…
Ha bir de yazmak var tabii. Can verenim misali…
Enver Aysever… Aykırı Sorular’ı yaptığı dönemde hemen hemen
her programını izler, dikkatle dinlerdim. Evet aykırı sorular sorardı, bazen aykırı
cevaplar alır bazen terazinin üstte kalanı olurdu. Çok kızmışlığım, kumandanın
acımasızlığını kullandığım da olurdu tabii… Aykırı Kumpanya’da ne hissedeceğimi
bilmiyordum. Bir fikrim yoktu günün beni ne ile karşılayacağından. Keyifli bir
şarkı ile başladı. Mikrofonun başına, sahnenin ortasına güzel bir enerji ile
bir adam geldi. Salona baktı, gülümsedi, başladı.
Gösterinin içeriğini çok fazla yazmak istemiyorum. Gidin,
görün, hissedin diye. Bana, yaşattığı hissi yazmak düşer.
Hani çok az kaldık diyoruz ya… Gösteri boyunca o kadar güzel
isimleri andık ki… Fotoğraflarını her gördüğümüzde derin “ah”lar çekildi. Bir
ara öyle bir noktaya dokundu ki, tırnaklarımı avcuma geçirmiş yakaladım
kendimi. An geliyor yumruğunu havaya kaldırıp bağırmak istiyorsun. An geliyor
küfretmek istiyorsun. An geliyor ağlamak istiyorsun. An geliyor yere yata yata
gülmek istiyorsun. An geliyor bağıra bağıra şarkıya eşlik etmek istiyorsun. An
geliyor an’dan uzaklaşıp bambaşka yerlere, zamanlara gidiyorsun…
Gündemi ele alıyor mesela… Hepimizin aşina olduğu, ağlanacak
halimize güldüğümüz başlıkları anlatıyor. Görsellerin yardımıyla salonu yine
ağlanacak hallerimize güldürüyor.
Okuduğun bir kitabı buluyorsun metnin içinde, binlerce kez
dinlediğin bir şarkıyı duyuyorsun güzel sesli kadının dilinde, noktası
virgülüne bildiğin bir şiirin bir satırına eşlik ediyorsun Enver Aysever ile
birlikte… Oradasın yani… Senden olanlarla sana ait bulduklarınla oradasın o an…
Yine mesleki bir takıntı belki de ama müzisyen arkadaşların
yüzleri biraz daha gülsün isterdim. Alışkanlık değil de sanki ilk kez çıkmışlar
gibi bir heyecan bekledim. Gerçi ben tırnağımı avcuma geçirmişken, konu Darağacında
3 Fidan’a, Nazım’a, Aziz Nesin’e, Hrant Dink’e, Erdal Eren’e, memleketin haline
ve daha birçoğuna gelmişken onlar da neden gülsünler ki…
Hani az kaldık diyoruz ya… Bunu hissetmediğim 2 saat
geçirdim Aykırı Kumpanya’da. Siz de gidin. İzleyin isterim. Şairlerle,
aydınlarla, kahramanlarla geçen bir akşamınız olsun.
Bugünlerin acısını hafifletin biraz. Yalnızlık hissinizden
sıyrılın. Korkmayın! Savunduklarınızdan, direndiklerinizden, dik durmaktan,
özgürlük için ses çıkarmaktan… Korkmayın söyleyemediklerinizi söyleyebilme
cesareti gösterenlere alkış tutmaktan. Havalanın biraz. O güzel insanları sahnesinde
anlatan adamla birlikte gökyüzüne selam verin. Nereye baktığınıza bağlıdır
güneşi görüp görememeniz, o doğar elbet.
Öyle ki;
İnsan,
Denizin olmadığı yerde,
Umut adına,
Martı olmalı…
der Nazım Hikmet.